Romanesk Kontrpuan

Roman Sanatı, Düşünce ve Lirik Üzerine Bir Blog

“Sizin Sümüklü Oğlanınız Sizin Kralınızın Nesiyle Teselli Bulur?”

(…) Arıcıların yaşamları üzerine bir yirmi kitap yazdıktan sonra bir yerlere heykelinizi diktirmek herhalde mümkündür ama bağ nedir, bu arıcılar kralıyla onun içindeki adam arasında bağlantı nerededir; adamın delikanlıyla, delikanlının oğlanla, oğlanın bir zamanlar olduğu çocukla bağlantısı nerededir; sizin sümüklü oğlanınız sizin kralınızın nesiyle teselli bulur? Bu bağlantıları gözetmeyen ve kendi gelişimini bütünüyle gerçekleştirmeyen bir yaşam, yukarıdan aşağıya inşa edilmekte olan eve benzer ve kaçınılmaz olarak şizofrenik benlik bölünmesiyle sonlanmak zorundadır.

Anılar! İnsanlığın laneti şu ki bu dünyadaki varoluşumuz hiçbir kesin ve değişmez hiyerarşiye katlanamıyor fakat her şey sürekli akıyor, dökülüp gidiyor ve deviniyor ve herkes, herkes tarafından hissedilmek ve yargılanmak zorunda ve cahillerin, dar ve kalın kafalıların bize dair görüşleri parlak zekâlı, aydın ve ince olanların görüşlerinden daha az önemli değil. Değil mi ki insan bir diğer insanın ruhundaki yansımasına en derininden bağımlıdır, bu ruh bir budalanın ruhu olsa da. Ve mankafaların yargıları karşısında odi profanum vulgus* ilanı yaparak aristokratça ve kibirli bir tutum benimseyen o kalem erbabı meslektaşlarımın fikrine kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu, gerçeklikten kaçmanın nasıl da ucuz, basitleştirilmiş bir yolu; sahte bir yüceliğe nasıl da sefil bir firar! Tam tersine, bir yargı ne denli aptalca ve darsa, bizim için o ölçüde mühim ve yakıcı olduğunu iddia ediyorum; aynen; dar bir ayakkabının canımızı ayağa tam uyan bir ayakkabıdan daha çok yakması gibi. Oy, insanların o yargıları, senin aklın, yüreğin, karakterin, örgütlenmenin bütün ayrıntıları üzerine —düşüncelerine matbaa harfleri giydirmiş ve kâğıt üzerinde insanların arasına salmış o gözü pek insanın önünde açılan— o yargılar ve görüşler uçurumu, ah o kâğıt, kâğıt basılı, basılı kâğıt yok mu! Burada ailesel teyzelerimizin en kalbi, en tatlı yargılarından söz etmiyorum hayır, daha çok başka teyzelerin —kültürel teyzelerin, o sayısız çeyrek yazar ve edebiyatın üzerine tutturulmuş yarım eleştirmen, dergilerde yargılarını söze döken teyzelerin— yargılarına değinmek istiyorum. Zira dünya kültürünü edebiyata iliştirilmiş, yamanmış, manevi değerler hakkında son derece bilgilendirilmiş ve estetiğin sırrına erdirilmiş, çoğunlukla kendilerine ait bazı fikirleri ve değerlendirmeleri falan da olan, Oscar Wilde’ın modasının geçtiği ve Bernard Shaw’un bir paradoks ustası olduğu konusunda bilinçlendirilmiş bir kocakarılar sürüsü kuşatmıştır. Ah, artık biliyorlar ki bağımsız, kararlı ve derin olmak gerekir, bundan ötürü genelde abartıya kaçmadan bağımsız, derin ve kararlılar ve de teyzelere özgü iyilikle dolular. Teyze, teyze, teyze! Oy ki oy, bir kültürel teyzenin tezgâhı üzerine hiç yatırılmamış ve onların o bayağılaştıran ve yaşamın elinden yaşamanın her türlüsünü çekip alan anlayışları tarafından gıkını çıkarmaksızın ve inlemeksizin işlenmemiş birinin, bir gazetede kendisi hakkında bir teyze yargısı hiç okumamış birinin kıytırıklığın ne olduğundan haberi yoktur, bir teyzedeki kıytırıklık nedir bilmez.

Devam edip toprak sahiplerinin ve sahibelerinin yargılarını, kolejli kızların yargılarını, küçük memurların küçük hesapçı yargıları ile üst düzey memurların bürokratik yargılarını, taşra avukatlarının yargılarını, talebelerin abartılı yargılarını, ihtiyarcıkların burnu büyük yargılarıyla birlikte gazetecilerin yargılarını, sosyal aktivistlerin yargıları ve doktor karılarının yargılarını, nihayet anne babalarının yargılarını dinleyen çocukların yargılarını; hizmetçi kızların, yamakların ve aşçı kadınların yargılarını, kuzenlerin yargılarını, kolejli kızların yargılarını —her biri seni öteki insanda belirleyen ve onun ruhunda yaratan yargılar denizinin tamamını— dikkate alalım. Ayağına biraz dar gelen bir ayakkabı gibi seni sıkan ruhların binlercesinde doğuyormuş gibisin! Fakat burada benim konumum, kitabım geleneksel anlamda olgun bir yazınsal yapıttan ne ölçüde daha daha zor, daha rahatsız ediciyse, o ölçüde daha zor ve rahatsız ediciydi. Aslına bakılırsa bana öyle gelişigüzelinden olmayan bir arkadaş güruhu kazandırmıştı ve kültürel teyzelerle avam tabakasının diğer temsilcileri, onlara kapalı ve hatta düşlerinde dahi erişilmez bir çevrede Saygınlar ve Muhteşemlerin beni muhteşemlik ve saygınlıkla nasıl beslediklerini ve zirvelerde entelektüel sohbetler sürdürdüğümü işitseler, herhalde önümde pattadak yerlere kapanır ve ayaklarımı yalarlardı. Fakat diğer yandan onda olgunlaşmamış bir şey, ne şap olur ne şeker türünden ara varlıkların, yarı aydınların o en korkunç tabakasının benimle laubali olmasına cevaz veren ve onları çeken bir şeyler olsa gerekti — ergenlik çağı, kültürün yarım dünyasını cezbediyordu. Mümkündür ki, kitabım, karacahil zihinler için haddinden fazla incelikli bir kitapken, aynı zamanda da ciddiyetin yalnızca dışarıdan görülebilen belirtilerine karşı hassas bir cemaat için yeterince burnu havada ve bilgiç değildi. Ve yere göğe sığdırılamadığım o mabedimsi ve muhteşemin muhteşemi yerlerden çıkarken, caddede bana sanki kırk yıllık ahbabıymış, yeniyetme akranıymışım ya da asker arkadaşıymışım gibi bir laubalilikle davranan, sırtıma bir şaplak indirip “Selam Yuzefcik, seni aptal seni, seni ergen seni!” diye seslenen bir mühendis karısına ya da kolejli kıza sık sık rastladığım oluyordu. İşte böyle kimilerine bilge, kimilerine aptal, kimilerine dikkate değer, başkalarına güçbela fark edilen, birilerine sıradan, başka birilerine aristokrat görünen biriydim. Yücelikle alçaklık arasında gerili, her ikisiyle de içli dışlı, saygı gösterilen ve hor görülen, takdir edilen ve küçümsenen, yeteneksiz ve yetenekli, artık nasıl denk gelirse, durum nasıl gerektirirse öyleydim! O andan itibaren yaşamım, evimin kuytuluğunda geçirdiğim günlerde olduğundan daha fazla ikiye ayrılmış oluyordu. Kime —bana değer verenlere mi yoksa değer vermeyenlere mi— ait olduğumu bilmiyordum.

Witold Gombrowicz, Ferdydurke, YKY Yayınları, Osman Fırat Baş Çev, s.19-20