“Sanata uygulandığında tarih kavramının ilerlemeyle hiçbir ilgisi yoktur; içinde bir mükemmelleşmeyi, daha iyiye gitmeyi, bir yükselişi barındırmaz; bilinmeyen toprakları keşfetmek ve onları bir haritaya kaydetmek için çıkılan bir keşif yolculuğuna benzer. (…) Ampulü Edison icat etmeseydi, bir başkası icat edecekti. Ama eğer Laurence Sterne, hiçbir story’ye dayanmayan bir roman yazmak gibi delice bir fikre kapılmasaydı, bunu onun yerine kimse yapmazdı ve roman tarihi bizim bildiğimiz tarih olmazdı. (…) Edebiyat tarihi ‘bildiğimiz tarihin tersine’ bir olaylar tarihi değil, değerler tarihidir. Waterloo olmadan Fransa tarihi anlaşılmazdı. Ama küçük, hatta büyük yazarların Waterloo’ları yalnızca unutulmaya mahkumdur.” (1)
Gerçekliğin İlk Kırılımı: Kurgu- Gerçek Olduğuna İnanmış Gibi Yapmaya Dair Sözsüz Anlaşma
Gabriel Garcia Marquez’in henüz 23 yaşındayken (1950) kaleme aldığı “Mavi Köpeğin Gözleri” isimli öyküde sahne bir rüyadır. Adam (gördüğü rüyanın karakteridir ve aynı zamanda rüyayı görendir), rüya sahnesinde bir kadınla konuşuyor. “Üşüyorum, dedim, gece sakin geçmesine rağmen üşümem ne tuhaf. Belki de yorganım üstümden kaymıştır.” Ardından, adamın bu kadını daha önceki başka rüyalarında da gördüğü anlaşılıyor. Rüyadaki kadın başka rüyadan tanıdıktır. Bu kısa hikâye karmaşıklığına rağmen birkaç paragraf boyunca, Roman/Hikâye yazarı ile okuru arasındaki sözsüz anlaşmanın okur adına ilk maddesi olan ‘yapıntının gerçekliğine inanmak’ koşuluna uygun ilerliyor.
Romancı, senarist veya öykü yazarının yapıntısallık yoluyla gerçekliği kırdığı, herhalde herkes için kabul gören mutlak bir doğrudur. Yapıntı metin yazarı -elbette- bu yolla oluşturduğu metnin hayal ürünü olduğu kesindir. Yine de o, hayal ürünü aracılığıyla başka bir gerçekliği açığa çıkarmak peşindedir; bir şeyi keşfetmek, bir bakış açısını sunmak, bir olayın iç yüzüne bir pencereden bakmak, bir şeyi göstermek, açıklamak… Her okur kurgusal metnin ilk cümlesini okumadan önce şu ön koşulu benimseyerek kitabı açar: Gerçekliğin sanatçı tarafından kırılması aracılığıyla ortaya çıkan metnin gerçekliğine inanacağım. “Birazdan okuyacaklarım kurgu, biliyorum. Fakat onu okurken ona gerçekmiş gibi yaklaşacağım. Kitabı kapattığımda ise kurgusal olduğu gerçeği zihnimde yankılansa da fark etmez.” Okurun kurgusal metin karşısındaki iç sesi aşağı yukarı böyledir. Benzer sözsüz anlaşma, içinde dil sanatları barındıran -tiyatro, film, dizi vb.- hemen her eser için geçerliğini korumak durumundadır. Keza yazar ile okur arasındaki uzlaşma film ile izleyici arasında da vardır. (Günümüzde bazı filmlerin, çoğunlukla televizyon dizilerinin ekranında ‘gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır’ ibaresi bu açıdan tam bir komedidir. Çünkü hem onu oluşturanlar kendi oluşturma gerekçesiyle çelişir, hem de gerçek hikâyeden uyarlanmış olsa da sahneler (oyuncuların birbiri ile kurduğu diyaloglar bile) gerçekten çok çok uzaktır. Yine de rating rekorları kıran bu dizileri ilgiyle izleyenlerin arzusu belki de gerçek hikâyeden uyarlanan bu gösterinin izleyicilerin kendi gerçek olabilirliklerinden çok uzakta bulunduğunu kendilerine tekrarlamaktır, kim bilir.)
Bir çocuk, yaşına uygunluğu da dikkate alınarak seçilmiş bir animasyonu veya çizgi filmi izlediği sırada, öyle bir an geliyor ki izlediği animasyonun bir yerinde duygusunu (korku, heyecan, üzüntü) beklentinin dışında bir şiddette hissediyor ve ağlamaya başlıyor. Yanındaki yetişkin birey hemen animasyonu durdurup çocuğu şöyle teselli ediyor: izlediklerin gerçek değil ki, onlar birer oyuncak! O tavşanın başına aslında böyle bir şey gelmedi, bu sadece film… Böyle bir örnekte çocuk genellikle, etkilendiği şeyin ne kadar gerçek dışı olduğu kanıtlanmaya çalışılarak teselli edilir. Teselli eden, yani çocuğa sarılan ve saçını okşayıp onu yatıştıran kişi, ertesi gün izlediği filmin acıklı bir sahnesinde ağlayan kişidir.
Eseri (animasyonu) kurgulayanın penceresinden bakınca çocuğun izlediği ‘bütün’, ancak mevcut gerçekliğin dışına çıkılması ya da gerçeğin kırılması yoluyla ortaya çıkmıştır: Onu oluşturanlar onu var edebilmek için kurgulamak, yani gerçekliği dönüştürerek başka bir şekle sokmak zorundadır.
Gerçekliğin İkinci Kırılımı: ‘Bir Başka’ Gerçeği Ortaya Koyulması Açısından Gerçeküstücülük
Mavi Köpeğin Gözleri hikâyesinin kaleme alındığı tarihe bakılacak olursa Yüzyıllık Yalnızlık’a on yedi yıl daha vardır. (Ayrıca Marquez bir açıklamasında romanı iki yılda yazdığını fakat gerekli zihinsel hazırlığın on beş yıl sürdüğünü belirtmiştir.) Öykünün kaleme alındığı bu tarih aynı zamanda roman sanatının dışlandığı Gerçeküstücülüğün Manifestosu’ndan 26 yıl sonrasıdır. Gerçeküstücülük, özgür imgeleme dair her şeye kapalı olmakla damgalanmıştır roman sanatını. Özgür imgelem, roman sanatında sınırlı olmak zorundadır hatta yoktur; bilinçdışına değebilecek deha roman sanatı açısından işlevsel olamamaktadır: Uzun betimlemeler, detaylı anlatımlar, roman karakterinin okura sunmak üzere kafasının içine yerleştirilen mikrofonlar… romanın bu yöntemler aracılığıyla okur empatisine olan ihtiyacını karşılaması gerekmektedir. Bu ihtiyaç (!) okurun hikâyeyi gerçekmiş gibi okuması için gerekli yapısal formlara uygunlukla giderilebilirmiş gibi.
Oysa gerçeküstücülük ‘gerçekten dışı’lıktan çok, bir gerçeğin tüm berraklığıyla (ve tüm çıplaklığıyla) açığa çıkarılması niyetindedir. Yüzyıllık Yalnızlık’ın önemi burada: “Gabriel Garcia Marquez’in romanı özgür imgelemin ta kendisiydi. Bildiğim en büyük şiirsel eserden biri. Her bir cümle hayal gücüyle parıldıyor, her bir cümle bir sürpriz, bir büyü: Gerçeküstücülüğün Manifestosun’nda romanı küçümseyen ifadelere kamçı gibi bir yanıt (aynı zamanda, yine gerçeküstücülüğe, onun esinlenme biçimine, yüz yılı kateden soluğuna büyük bir övgü).” (2)
Sanatçı, durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koymak için kurgusallıktan fazlasını arar. Gerçeklik bir kez kırılmıştır, kurgu oluşturulmuştur zaten. Ancak kurgunun içindeki vurgulanmak istenen anlam gerçeğin dışına ‘iki kez’ çıkıldığında (gerçeklik iki kez kırıldığında) tüm berraklığıyla karşımızdadır. Berraklık sanatçının gerçeği iki kez bükmesi ile sağlanmıştır: İlki, kurgu olsa da gerçekmiş gibi yaklaşacağımız uzlaşısı sayesinde alışılagelmiştir. İlki olmaksızın var olmayacak olan ikincisi; uzlaşmamız gereği kurgusallığı göz ardı ettiğimiz sırada ‘bir başka anlam’ın -özgür imgelemin sınırsız gücü aracılığıyla- sanatçı tarafından geleneksel mantık algımız devreden çıkarılarak bize sunulmasıdır. Diğer türlü ‘anlam’ cılız ve güçsüz bir bulanıklıkta kalmıştır ve sesi gür çıkmamış gibidir.
Salvador Dali eriyen cep saatlerini resmettiği tablonun isminin “Belleğin Azmi (1931)” olması, özgür imgelemin sınırsız gücü sayesinde resmedilmesi mümkün görünmeyen ama resmedilenler aracılığıyla daha önce hiç bu denli güçlü işaret edilmemiş olan ‘bir başka’ anlama yönelir: silinmeye ve kaybolmaya mahkûm, güçsüz, iradesiz, çok büyük ihtimalle kendiliğinden dönüşüme uğramış olan belleğe. Yüzyıllık Yalnızlık’ta bir karakter, yıkanmış beyaz çarşafları bahçede asarken çarşaflarla birlikte cennete doğru havalanarak yükselir; yalnızca ruhu değil bedeni de fiziksel olarak yükselir! Çarşaflar tertemiz ve bembeyazdır. Beden, çarşaflar ve ruh cennete (bir başka beyazlığa ve arılığa) yükselir. Kurgusal olanın (romanın) uzlaşılmış gerçeklik yanılgısı yerle bir edilerek ‘bir başka’ anlama ışık tutulur.
Gerçeküstücülüğün, özgür imgelem ve bilinçdışının bilinçle harmanlandığı şiir, resim, müzik gibi lirik sanatları kolayca kabul edip diğer yandan aforoz etmeye niyetlendiği roman sanatında özgür imgelemin müziğiyle dans etmenin mümkün olduğu (Marquez sayesinde) bu denli açıkça anlaşılması için yarım yüzyıl geçmesi gerekmişti. Roman sanatı Marquez’in büyülü katkısı sayesinde, yitirdiği sayısız olabilirliklerle birlikte ebedi istirahatine yollanmadan bir süre önce bu harika olabilirliği keşfetmeyi başarmıştır.
Gerçekliğin Üçüncü Kırılımı: Kurgunun İçindeyken Bizzat Kurguyu Oluşturan Sanatçı Tarafından Uyandırılmak
Rüyadaki kadın (Mavi Köpeğin Gözleri hikayesinde) beklenmedik bir yerde şöyle bir cümle kuruyor: “Birileri rüyasında bu odayı görüp eşyalarımı karıştıracak diye ödüm kopuyor.” Bu muazzam cümle, okuduğum anda kendimle daha önce deneyimlemediğim bir karmaşanın içine bıraktı beni: Zaten bir kurgusal metin okuyorum, okuduğum metinde zaten bir rüya anlatılıyor, bu yetmezmiş gibi rüyadaki kadın bir cümle kuruyor ve kurgusallığı da kurgusallığın okurla olan uzlaşısını da suratıma çarpıyor. Sarsıcı. Ama büyüleniyorum. Muhteşem bir cümle çünkü öykü karakterinin şimdiki zamanına ve benliğine ilişkin başka hiçbir biçimde bu denli güçlü hissedilmeyecek bir bilgiyi çarpıcı biçimde sunuyor. Karakterin varoluşuna ilişkin olmazsa olmaz bir izlenim sağlıyor okura.
Hikâye karakterinin bu cümlesi aklımı da uzunca bir süre meşgul ettikten sonra, içine düşürüldüğüm karmaşama bir sebep bulabildim: Sanatçı (Garcia Marquez) sayfalarca uzunlukta ifade edilecek bir durumu, fikri, duyguyu veya bilgiyi olanca şiddetiyle ve olanca gücüyle yansıtmak için tek bir cümle kullanıyor. Karakterin bu cümlesi yazarın kendi kurgusunu kırarak kısa bir süreliğine kurguya aykırı biçimde davranması anlamına da geliyor. Yazar, okurun zihnine alışılmışın dışında bir müdahalede bulunuyor ve bu müdahale sayesinde kurgunun rüyasındaki karaktere ilişkin gerçekçi bir izlenime kapılıyoruz. Böylece gerçekliğin önceki iki kırılımı olmadan bu denli güçlü açığa çıkamayacak üçüncü kırılım tüm görkemiyle beliriyor: ‘Anlam’ın, uzlaşmamız gereği kurgusallığı göz ardı ettiğimiz sırada sanatçı tarafından kurgusallık gerçeğinin yüzümüze vurularak -aynı zamanda kurgusallığın bir süreliğine yerle bir edilmesi yoluyla- sunulması. Okur olarak sarsılmamın da büyülenmemin de sebebi bu: 1950’de yazılmış bir hikâye, on yedi yıl sonra tamamlanacak ve dünya edebiyatında önemli yer edinecek Yüzyıllık Yalnızlık’ın estetik değerinin ve biçiminin habercisi gibidir; roman sanatı tarihine Yüzyıllık Yalnızlık’ın müjdecisidir.
Rüya sahnesindeki roman karakterinin bende bıraktığı etkiye Berkun Oya’nın yazıp yönettiği “Kuvvetli Bir Alkış”ı izleyediğimde tekrar kapıldım. Eser aracılığıyla sanatçı (Berkun Oya) özgür imgelemin sınır tanımazlığını ustaca kullanarak (Marquez’in 74 yıl önce kaleme aldığı hikâyeyi okurken hissettirdiği gibi) kurgusallığı da, kurgusallığın uzlaşısını da suratımıza çarparak sarsıcı ve bir o kadar büyüleyici bir biçimde ‘bir başka’ anlamı tüm berraklığıyla önümüze seriyor. Alışıldık tabirle ‘dördüncü duvarı yıkma’ girişiminin çok ötesinde bir cüretkarlık. Muhteşem oyunculuklar ve sahneler aracılığıyla gerçekle gerçek dışı birbirine ustalıkla karışıyor, yetişkinler çocuğa, çocuk anne karnına dönüyor. Dışarıdan bakıldığında tartışmaya açık olmayacak biçimde anlamsız ve saçma görünen bir durum/eylem öylesine işleniyor ve sunuluyor ki insan varoluşunun özüne dair manzaranın bir açısı, ancak o gerçeküstü sunum aracılığıyla gözlerimizin önünde beliriyor. Sinema Sanatı açısından ciddiyetsiz görünen bir kurgu ihtimali; olanca ciddiyetiyle ve şiddetiyle parıldıyor. Bir izleyici olarak, Kuvvetli Bir Alkış’ın Sinema Sanatının olabilirliklerinden birini tüm berraklığıyla sunarak müjdelediğini düşünmek mutluluk veriyor; birkaç sayfalık hikâyenin yıllar sonraki Yüzyıllık Yalnızlık’ı müjdelediği düşünmenin verdiği mutluluk gibi.
“Fielding, Tom Jones’ta anlatısının tam ortasında aniden durup karakterlerden birinin kendisini şaşırttığını açıklar. Karakterin davranışı ona ‘insan denen, bu tuhaf ve müthiş yaratığın beynine giren gelmiş geçmiş saçmalıkların en anlaşılmazı’ gibi görünür…” (3) Aristoteles’in Poetika’sından itibaren hiçbir norma uygun düşmeyecek gibi görünen bir durum, şüphesiz. (Belki de Poetika’nın günümüze ulaşmayan ikinci bölümü bunu açıklıyordu. Ama artık hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz) Bir roman yazarı karakterine ilişkin yanılabilir mi? Bir romancı kendi kurguladığı karakterin davranışına nasıl şaşırabilir! Tamam, şaşırdı diyelim, bunu anlatının ortasında okura neden açıklasın: Bir roman kişisi onu meydana getiren kişinin zihninden bağımsız nasıl davranabilir! Romandaki gerçeğin gerçek dışına dönüştüğü ince çizgi hangisi, sınır nerede? Bu soruları sormak birçok konuda aydınlatıcı olabilir. Ne var ki, yeterince aydınlatamadığı tek şey herhalde Fielding’in sıra dışı girişimi olurdu. Çünkü Fielding bu şaşkınlığın ifadesi aracılığıyla ‘insan davranışının anlaşılmaz saçmalığı’nı parlatmış, berraklaştırmış ve sunmuştur. O (insan davranışının anlaşılmaz saçmalığı) ancak bu yolla bu denli şiddetle -ve cüretkarca- vurgulanmıştır.
İster şiir olsun ister resim, ister tiyatro ya da roman sanatı olsun, ısrarla ve yorulmaksızın bir öncekinin kopyası niteliğindeki ‘ürünlerin’ bitmek bilmez gevezeliğiyle donatılmış çağımızda Sanat Tarihi -eğer hala böyle bir değerler tarihinden söz ediliyorsa- varlığını ancak, sanatçının yeni olabilirlikleri keşfetme cüretini göstermesiyle sürdürebilir.
Dipnotlar
- Milan Kundera; Perde, s.24
- Milan Kundera; Perde, s.82
- Milan Kundera; Perde, s.17
Kaynaklar
Milan Kundera; Perde, Çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2009
Gabriel Garcia Marquez; Çev. Emrah İmre, Can Yayınları, 2021